Selametle Yolcu...

Fani dünyada nerelerden geçmedik, nerelere uğramadık ki... Şimdi de bu sayfadan geçtiyse yolun, sana da selam dostum... Yolun açık, vardığın yer gün gibi aydın olsun..

23 Şubat 2008 Cumartesi

Yüzümüzdeki kelimeler silinirken

Yıllar geçtikçe insanların yüzüne daha çok bakar oldum. Konuşurken, susarken, yanlarından geçip giderken, televizyondaki tartışma programlarını izlerken, kuyruklarda beklerken durmaksızın yüzlere bakıyorum.
Sanki her baktığımda benim yabancısı olduğum bir gerçeklik daha yüzünü bana açacak, bilmediğim bir anlam, daha önce hiç tanımadığım bir ifade bana teslim olacak. Ve sanki uzak bir sırrın içine girerek, başkalarındaki sihre aşina olacağım.
Yüzdeki derinliğin bakıldıkça artıyor olması, onda yazılı kelimelerin her seferinde başka bir anlamı ifade etmesindendir bence. Her gün yeni baştan başlarız yüzdeki kelimeleri okumaya. Duyguların görünür olduğu, yüzeye vurduğu an, onları okumaya çalışıyorum ben de. Yüzlerde yoruluyor, yüzlerde dinlenebiliyorum.
İnsan yüzlerindeki en cinnetsi şiddet bile, bir aksiyon filmindekinden çok daha gerçek, anlamlı ve anlamaya değer benim için. Sanal olandan kaçtıkça, bir hayal katabiliyorum baktığım yüze. Ondaki somut gerçekliğe erişmek için hayal kurmanın gereğine bir daha varıyorum.
Hayal olan hakikat
Bazı yüzler, ben bakmaya başladığımdan beri giderek kişilik tortularını yığdılar ifadelerinin gerisine. Kimisinde acımtırak bir renk, kekremsi bir öfke, bir kin tortusu oluştu. Kimisinde de onaylanmaktan, beğenilmekten gelen ve altı çokça çizilmiş kibir dolu bir tevazu. Bazısı da giderek sadeleşti, kendi pırıltısından yansıtmaya başladı dünyaya.
Kendine değil, karşısındakine dönük olan yüzler yalınlaştı. Ve derinleşti yalınlaştıkça. Acısını başkalarına anlatmak için kendini acıtırmış gibi yapan yüzler de var baktıklarım arasında. Başkalarının acısını kendi acısı olarak görüp tıpkı bir ayna gibi yansıtanlar da. Kiminin çevresinde bir bulanıklık, bir bulut haresi var, kimi kendi ışığıyla örtülü.
Yüzlere bakmak, odaklanmak, o yüze yerleşmiş, sinmiş, o yüzle yekdil olmuş bir gizem bulmak öncelikle bir sabır işi. Bakıp görmediğimiz, birbirimize değmediğimiz, en derin hakikatlerimize teğet geçtiğimiz bugününde dünyanın, büyük bir hız içinde, geçip gitmenin telaşını duyarken, durup birinin yüzüne bakmak, biraz da zaman istiyor bizden evet. Minik bir göz temasından fazlası için, algının yayılması, size nüfuz etmesi, ruhunuza değmesi için, hız kesmek, yavaşlamak, sabretmek gerek.
İnsan yüzü en az bir manzara kadar esin dolu. Hatta bazen sevdiğimiz bir manzaraya bakmaktan bıkabiliriz. Fakat sevdiğinin yüzüne bakmaktan hiçbir zaman bıkmaz insan. Çünkü onda her zaman yeni, biricik, vaatkâr ve inkâr edilemez bir hakikat bulur. Gerçek, insan yüzündedir belki de en çok.
“O’nun yüzü dışında her şey yok olmaktadır” ve ‘baki yüz’, nereye dönersek dönelim oradadır. Ancak bugünün dünyasında yüzlerimizin nereye dönük olduğunu göremiyoruz. Çünkü kameralara, objektiflere, sanal ekranlara bakıyoruz durmadan. Güvenlik kameralarından canlı yayın kameralarına geçiyor bakışlarımız.
Bazen bilerek bazen bilmeden yüzümüzün her hali başkalarının bakışına sunuluyor. Ve başkalarının bakışında her zaman hakikatin bir suretini, gerçeğin bir yansımasını bulamıyoruz. Kendi yüzümüze odaklanan bakışımızda hapsoluyoruz.
İnternet ve cep telefonu, isterse görüntülü olarak kullanılsın, yüzlerimizin gizemini siliyor giderek. Yalnızca kameranın ardından bakan bir yüz kalıyor bizden geriye. Sanal bir yüz. Gerçekliği değil ancak sanallığı ile hayal edilebilen. Nereye baktığı bilinmeyen.
Yüzlerimiz silindikçe orada birer sözsüz ayet misali kayıtlı olan kelimelerimizi de okumakta zorlanıyoruz. Âdem’in emanet aldığı isimler yüzümüzün sırrını taşımıyor çoktandır. Yüzümüz saydamlığını yitirdikçe isimlerimizin dünyaya açılan penceresi de kapanıyor hızla. İsimler işaret ettikleri nesnenin (ya da öznenin) anlamından kopuyorlar.
İsimsiz yüzlerimiz var artık. Dokunulması gerekmeden beğenilebilen, istenildiği vakit seyredilebilen yüzlerimiz var evet. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir hayal gibi. Belki de bir takma yüz gibi daha çok. Artık dikizlenebilen birer yüzüz hepimiz.
Kendisine bakanın kim olduğunu bilmeyen. Niçin bakıldığını bilmeyen. Yüzleriz artık biz…
Öteki yüz’le karşılaşmak, onun gözlerinde eriyip, onun baktığı iken ona bakan olmak elbette yüzleşme kapasitemizle bağlantılı öncelikle. Ama öteki yüz’ün ardında devam etmekte olan boşluk ne olacak? Boşluğun işaret ettiği anlam bile kelimelerle doluydu oysa. Boşluğun da bir yüzü vardı. Perdeleri kaldırdıkça içerdeki gözle görülebilen…
Gizli yüz
Gizli yüz ise bakışlarını hiçbir zaman çekmedi üzerimizden. İsim verdiği her şeyi bilen, Yüz, bizim hakikate nasıl da tek gözle bakar olduğumuzu elbette görüyor. Biz, hakikatin perdeli olduğunu unuttuğumuz ölçüde, birbirimizin yüzlerindeki ‘saydam peçeleri’ de göremez olduk. Çıplak yüzlerde aradık dünyanın ve kâinatın ikinci, üçüncü anlamlarını. Bulamadıkça yok sandık.
Birbirimizden uzaklaştık, çarçabuk bıkar olduk bakmaktan, bakılmaktan. Yüzlerimizin ardındakini keşfetmeyi beklemeden yeni yüzler aradık. Giderek yüzeyselleşen bakışlarımızla. Her yüzle biraz daha unuttuk okumayı, biraz daha kör olduk. Kelimelerimizin anısını taşıyan yüzümüzü yeniden bulmak, keşfetmek, ilk kez gibi yeniden okumak zorundayız. Tüm yüzler silindiğinde bakışlarımızın nereye yönelmiş olduğunu hatırlayabilmek için.

Leyla İpekçi

Hiç yorum yok: