Selametle Yolcu...

Fani dünyada nerelerden geçmedik, nerelere uğramadık ki... Şimdi de bu sayfadan geçtiyse yolun, sana da selam dostum... Yolun açık, vardığın yer gün gibi aydın olsun..

9 Şubat 2015 Pazartesi

Hiç kuşku yok, seçilmişim...

Ne garip! Önce ceset kılınmışım, sonra ruh üflenmiş bana.

İçecek suyum, yenecek lokmam, ikbalim, itibarım, idbarım, çilem varmış. Benim de yürünecek yolum varmış şu küre-i âlemde, bu dünya üzerinden ben de gelip de geçecekmişim.

Yoklar defterinde değilmiş kaydım. Toprak kıvamında takılmamış, cesetle toprak arasında kalmamışım. Ruhsuz bir beden olarak doğmamış, şuursuz bir ruh olarak yaratılmamışım.
Adem'den vücuda geçmişim, vücuddan hayata, hayattan ruha, ruhtan şuura.

İnsan olarak yaratılmışım.

Taş değilmişim, toprak, su, hava, ateş değilmişim. Everest'te bir çiçek, Ağrı'da bir kaya parçası, bir çalı horozu değilmişim.

Öyleyse seçilmişim.

Ya seçilmeseydim? Bunca acıya, bunca çileye rağmen ya var olmasaydım? Adım, kullar listesine yazılmasaydı benim de? Levh-i mahfuza bir insan ismi olarak geçmeseydim? Ben olmasaydım ya? Bir kader biçilmeseydi, bir ruh üflenmeseydi bana, hareketli kılınmasaydı şu kırk dokuz kiloluk bedenim?

Hiç kuşku yok, seçilmişim. Bir insan olarak yaratılmış, dünyaya salınmışım. Kaderimi kuşanmış, her kazaya her belâya ezelden "Beli" demişim.
Bir sürgün gömleği geçirmişim eynime, epeyce ağır gelmiş. Bu yüzden "İyi ki" demişim yeri gelince, ama daha çok "Keşke" demişim. Yeri gelmiş bir dağ altında ezilmiş yeri gelmiş bir kaşık suda boğulmuşum.

Tel kopmuş da teli koparan yokmuş. Kan akmış da bir vurulan bir vuran yokmuş. Ama işte bir vurgun varmış ortada da hiç kimsenin suçlu olmadığı yerde bir suçlu bile yokmuş. Çünkü suç yokmuş. Farzı, muhal olmaktan çıkaran yegâne, cesaretmiş de o da bende yokmuş.

Çünkü en zayıf olduğum yerden sınanmış en hassas olduğum yerden vurulmuşum. Hangi yanımdan yara alsam o yanımdan ağrımışım. Taşıyamam zannettiklerimi taşımış, taşırım zannettiklerimin altında kalmışım. İçimdeki ummanı önce sızdırmış sonra taşırmışım.

Kelimeler verilmiş bana, isimler öğretilmiş. Bir âh çekilse dünya dönecekken; ben, her şey karanlığa gömülmeden önce, kendimden sonsuzluğa bir şey bırakmaya kalkışmışım. İsmimin ilk hecesi bir somun ekmek son hecesi su dalgasıymış oysa. Aynı sözcüklerle özetlerim kendimi sanmışım da ezberlemem gerekeni sökememişim bile. Elif'te takılıp kalmışım.

Gün gelmiş feryat etmişim yolumu kaybedip, sonra "Nerede kayboldun sen?" diye kendi yakama yapışmışım. Hesap sormuşum fütursuzca, küstahça.

En önemlisi de ölümlüymüşüm ben. Üstelik ölümlü olduğunu bilen tek canlıymışım. Ben kendi ölümüme refakat ederken bana refakat eden karanfil kokusunu almışım daha ölmeden. Karşısında en eylemsiz kaldığım ölüm kendi ölümüm olmuş. Yani hâlâ gaflette, hâlâ hepi topu kendi ölümünü anlatan bir roman kahramanıymışım.

Dayanamamış, arabayı sağa çekmiş, "Benden bu kadar" demiş, şimdi artık sadece beklemeye başlamışım. İki elimi iki yanıma sarkıtmış, kendimi boşluğa bırakmışım. Nedense radyonun düğmesine dokunuvermişim birden. Bir cümle çıkmış bahtıma, öylesine durup dururken: "Bir günahtan çıkıp bir günaha batarlar. Ama yine de ümit vardır çünkü af vardır." diyormuş bir ses.

Gördüklerimin rüya olan hayatlar değil, hayat olan rüyalar olduğunu anlamışım. Rüyalarımı kaydetmek gibi onları yorumlamayı da bir tarafa bırakmışım. Rüya içinde gördüğüm bir rüyadan uyanmışım. İtidalse bunun adı şimdi ben mutedilmişim.
Anlamışım ki dünya âlem perdesinde ben de gelip geçici, ben de bir gölgeymişim. Asıldan nasibim var ama şimdilik suretmişim.

Öyleyse hepsine de amenna. Değil mi ki seçilmişim.

Nazan Bekiroglu

23 Ocak 2013 Çarşamba

Hayırlı Kandiller . . .



'' Sevgili Peygamberimizin kutlu doğumu vesilesiyle bugün bir kez daha hatırlatmak isterim ki insanın ucuzladığı, bir meta haline dönüştüğü, insan onurunun göz ardı edildiği, zedelendiği, ayaklar altına alındığı, insanlığın kaybolmaya yüz tuttuğu, insanı onursuzlaştırma, itibarsızlaştırma, değersizleştirme ve değerlerinden soyutlama gayretlerinin küresel ölçekte politikalar haline geldiği günümüzde bütün alemleri onurlandırmak için gönderilen rahmet yüklü adalet, hikmet yüklü ahlak peygamberinin onur mücadelesini ve insana bakışını yeniden keşfetmeye ve bu keşfimizi toplumun bütün katmanlarına açmaya her zamankinden daha fazla muhtacız... '' 

Diyanet İşleri Başkanı 
Mehmet Görmez

16 Kasım 2012 Cuma

Adınla Ey Allah'ım.......



Adınla Ey Allah’ım (c.c.) 
Rahmansın sen ki, bizi hiç yokken seçip kendine kul eyledin. 
Rahimsin sen ki, bizi hiç umudumuz yokken sonsuzluk adayı eyledin. 
Kelimelerin kalbine anlam koyan Rabbimiz. 
Sana hamd olsun, yoksa nerede buluşurduk ki. 
Sonumuzu sonsuzluk edeceğini müjdeleyen Rabbimiz. 
Sana hamd olsun,yoksa nasıl severdik ki. 
Yolumuzu unutup isyan etsek de, bizi kendi yakınlığına çağıran Rabbimiz. 
Sana hamd olsun, yoksa neden sevinirdik ki. 
İstediğimizi biz istemeden de bize vereceğini ısrarla söyleyen Rabbimiz. 
Sana hamd olsun, yoksa neyi isteyebilirdik ki. 
Dedin ki: Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. 
Dudağımız yoktu ki bir söz söyleyelim de senden dudak isteyelim. 
Ey rabbim sen bizi dudaksız da duydun. 
Mecalimiz yoktu ki, arz edip sana varlık isteyelim. 
Ey rabbimiz, sen bizi hiç hesapta yokken sevdin de var eyledin. 
Gözümüz yoktu ki, körlüğümüzü görelim de senden ışık isteyelim. 
Ey rabbimiz, karanlığın bile karanlıkta kaldığı kuyularda, 
Sen gördün bizi. Ve görünür eyledin. Görür eyledin. 
Söz yoktu ki, bir şey ifade edelim de sana derdimizi anlatalım ey Rabbimiz. 
Ey Rabbimiz, sen bizi sessizken, dilsizken de anladın. 
Duamıza karşılık verdin. 
Yüzümüz yoktu ki, bir yöne yönelelim de senden yüz isteyelim. 
Ama ey Rabbimiz. Sen hiç yüzümüz yokken de tanıdın bizi, yüz verdin. 
Sevdiklerimizi sevimli ve tanıdık eyledin bizi. 
Peki şimdi neden dudağımıza değmez dua. 
Neden sana yakarmaya halimiz el vermez. 
Neden sana kul olmayı hesaba almayız. 
Neden gözlerimiz senin yakınlığını aramaz. 
Nasıl olur da sözlerimizin en güzeli sana dönük olmaz. 
Nasıl olur da yüzümüzün güzelliği Rabbimize dönmez. 
Yoksa duanın karşılığının olmadığını düşünüyoruz. 
Şimdi Rabbimizin: “Rabbiniz der ki bana dua edin, duanıza karşılık vereyim.” 
Demesi, duadan geri duran kalbimizi kanatıyor değil mi? 
Ey Rabbimiz! Affın sahibi sensin. bağışlamak senin elinde. 
Sen ki ellerini açana buyur diyensin. 
Sen ki içinin sızısını diline değdirene burdayım dersin. 
Sen ki bizim çağrımızı, bizim kendimize çağrımızdan bile önce duyarsın. 
Dua dostlarıyla birlikte kapında duruyoruz. açılana kadar da dua ediyoruz. 
Açılmazsa da kovma bizleri ey Rabbimiz kovma bizleri… 
İlahi! Ben peygamberin, 
Hz. Muhammed’in (s.a.v) senden istediği bütün hayırlı şeyleri senden isterim. 
Ve onun sana sığındığı bütün kötü işlerden de sana sığınırım. 
Ya ilahi! Kapında sadakatle gelip duran iflas etmiş bu fakire lütfunla kerem eyle. 
Ey Celil olan Allah’ım! Büyük günah sahibi bu zelil ve garip kulunun günahını bağışla.....


Senai DEMİRCİ

Hayat sen ne şirinsin....

Bahtiyar Vahapzade - Hayat Sen Ne Şirinsin

(yıllar önce dinlediğim ve asla unutamadığım bu şiiri çok aramıştım o zamanlar ama bulamamıştım.. aklıma düştü yine az önce ve bu kez........)



Sana doymak mümkün mü hayat 
Hayat sen ne şirinsin 
Anca herkesin değil sen hayatın kadrini yalnız bilenlerinsin 
Kendisini dünyada hiç kez umut görmemiş ancak 
Ancak ömrünü beraber paylanmamış 
Ömür paylandığı vakit diyorum kime ne düştü 
Üç yüzyıl boz tarlaya, on yıl şahine düştü 
Hayat sen ne şirinsin 
Kim senden doydu gitti 
Gidenler bu dünyada kalbini koydu gitti..…

6 Kasım 2012 Salı

Eşyanın hakikati

Üstad Fuzuli buyurur ki:
Hayâliyle tesellîdir gönül meyl-i visâl etmez
Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez 

Gönlüm, sevgiliye kavuşmak için can atmıyor; bilakis hayaliyle teselli bulmayı yeğliyor. Çünkü âşık olan, sevgilisini gönlünden dışarıda bir yerde hayal etmez (dolayısıyla, zaten gönülde olan sevgili için vuslat kaygısı çekmek beyhude emektir). 

Vuslat, bilindiği gibi sevenin sevdiğine kavuşması demektir. Avam için kavuşma fizikî şartlar içinde gerçekleşir; ama ârifler için kavuşma bir mânâ yolculuğu, mücerret bir lezzettir. Nitekim tasavvufta sâlikin hakikate ulaşması haline "vuslat" veya "visal" denilmiştir. Bir tür fenafillaha ererek eşyanın hakikatini hakkalyakin bilme halidir. Bunun için dervişin öncelikle vehimlerinden kurtulması, yani hakikati ve sevgiliyi arayacağı yeri iyi bilmesi gerekir. Bu bilinmeden yol yürünmez; yürünse de hak ve hakikat bulunmaz; bulunduğu zannedilse de geri dönüldüğünde emekler boşa çıkar. O halde hakiki âşıkın sevgiliye visalinden maksat fiziki olmayıp ruhîdir. Bir derviş için aranacak, bulunacak veya kavuşulacak bir Tanrı yoktur; tam tersine bilinecek bir Tanrı vardır. Hz. Mûsâ'nın "Rabb'im! Bana kendini göster." (A'raf/143) demesinden kasıt, yarattığından ayrı, uzaklarda bir Mutlak varlık değil, eşyayı varlığıyla kuşatmış bir Allah bilgisi, yani eşyanın hakikatidir. Çünkü eşyanın hakikati görüldüğünde perde aradan kalkmış, yaratılan Yaratıcı'ya (seven sevilene) kendini terk etmiş, kendinden geçip o olmuş, visal bulmuş olur. Bu durumda vuslat derdine düşüp de sevenin sevgiliyi kendi gönlünden dışarıda araması abes, beyhude ve mantıksızdır. 

Madem sevilen sevenin bütün varlığını kuşatmıştır, o halde sevenin sevgiliyi bulacağı yer kendi en değerli parçası olan kalbidir. Zaten kalpte olan bir sevgili için vuslat arzusunda bulunmak, sevgiliden gafil olmak, belki kalbin ölmesi demektir. Oysa visal, bırakınız kalbin ölmesini, mühürlenmesini, bilakis ölümsüzlüğü istemenin bir neticesidir. Ancak o vakit eşyanın hakikatine erişilebilir. Yunus "Âb-ı Hayât'ın çeşmesi âşıkların visâlidir / Kadehi dolu yürütür susamışları yakmağa (Âşıkların vuslatı, âbıhayat çeşmesi sayılır; bu yüzdendir ki sevgili, âşıklarını yakmak için kadehi devamlı dolu sunar)" derken bunu anlatır. 

Dervişin ölümsüzlük arzusuna düşmesi eşyanın hakikatini tanımasıyla mümkündür. Bunun için uzun yıllar zikir, sohbet, tefekkür ve nefis mücadelesi ile kemal ehlinin sohbetlerinde bulunup hakikatin dilini öğrenmek gerekir. İnsanlara dinin zahirini öğretecek Kur'an'ın lafzının 23 senede indirilmesi gibi kâmil insanın onun batınını, yani eşyanın hakikatini öğrenmesi de (şeraitten hakikate geçiş) ancak kademe kademe (belki de yine 23 senede) mümkün olacaktır. 

Mürşitlerin, içinde ölümsüz hakikati barındıran sözleri tıpkı âbıhayat gibi müridin ölü gönüllerini diriltir ve derin tefekkürler ile onu eşyanın hakikatini düşünmeye yönlendirir. Böylece mürit, hakiki mürşidin dudağında Hakk'ı idrak sırlarını bulur. Bu sırlar dervişi aşk ile sarhoş eden şarabın ta kendisidir. Derviş sarhoş olunca daha çok şarap içmek için mürşidin dudağını âbıhayat gibi görmeye başlar. Çünkü oradan kendi kadehine (gönlüne) dolacak şarap (hakikat sırrı taşıyan sözler) onu ölümsüzlüğe (eşyanın hakikatini bilmeye) götürecektir. Bu sarhoşluk halidir ki sarhoşun vuslat için cezbelenmesine ve visali arzulamasına yol açar. Yaz sıcağında çöllerde kalmış bir yolcu için buzlu su ne ifade ediyorsa, nur âlemindeyken ete kemiğe bürünüp de aslını (eşyanın hakikatini) aramaya çalışan insan için de bir mürşidin sözleri odur. Çöl âşıkları dimağlarında hissedecekleri bir damla suyun peşindedirler; o damla yerine ulaştığında uyanırlar. Gel gelelim mürşitler susuzlara su yerine yakıcı şarap vererek onların susuzluğunu artırmaktadırlar. Aşk şarabıyla boğazları yanan âşıklar, bu yangını teskin için arka arkaya dolu talebinde bulunurlar. Bu da onların aşk yangınını artırmakta, sarhoşluklarını doruğa çıkarmaktadır. Mürşit, Hak sohbetini artırdıkça artırır, dolu üstüne dolu sunar ki âşık da içtikçe içsin ve susuzluğun ne olduğunu unutup sonunda eşyanın hakikatine erebilsin. 

Dirilebilmek için nasıl ölmek zorundaysak, ayılabilmek için de sarhoş olmaya muhtacız. Visal için kemal ehli zatların dudaklarından dökülen ledünni hakikat badelerine muhtacız; ancak o feyiz dolu çeşmelerin bardaklarındaki âbıhayattır ki bize eşyanın hakikatini, kendi hakikatimizi gösterecek. Onu gördüğümüzde sevgilinin visali kaygısından geçecek O'nu içimizde bulacağız. Sokak başındaki çeşmelerden avuç avuç da içsek hakikate yürüyemeyiz. Gönlümüzden başka yerde bir sevgili bulamayacak âşıklar olmak için galiba kadehlerimizi aşk şarabı, bardaklarımızı iksir ile dolduracak rehberlere ihtiyacımız var. Hani Bizim Yunus diyor ya: "Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen / Bin yıl anda durursa kendi dolası değil."


İskender Pala

Kibir ve Merhamet

Hani bir müjdeli sabahın şetareti gibi... Kedersiz ve acısız bir zamanın tam ortasında... Uzaktan bir beyit çalınıyor kulağıma... Osman Nevres Efendi konuşuyor: 

Ayılmaz hîç derd-i kibr ile mahmûr olan âdem 
Yakîn olmaz Hudâ'ya merhametten dûr olan âdem 

Yani ki, "Kibir hastalığıyla sarhoş olan kişi, ne yapılsa ayılmaz. Merhametten uzak olan kişi ise Allah'a yakîn olmaz." Sarsıcı bir beyit. Sevinç anının ve müjdeli sabahın neşesini kaçıracak kadar sarsıcı. İnsanın içine yönelip kalbine sorması gereken sorular çıkıyor ortaya birden. Acaba ben kibirli biri miyim? Kibirli bir kalp mi taşıyorum? Kibrim dışarıya nasıl yansıyor. Kibrimden kimse zarar görüyor mu vs. vs. Herkesin bir odaya çekilip kendine böyle sorması gerekiyor galiba. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gerekiyor: Sen kibirli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru... 

Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve maalesef cevabım beni üzüyor. Evet, kibirli insanlara karşı bilerek ve kasten kibir takınırım, bazen işini iyi yapmayanlara karşı da büyüklük taslarım ama galiba nefsim bundan hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim çok da rahat değil. Acaba ben bilmeden birilerine kibirli görünmüş olabilir miyim? Acaba kastım olmayarak birilerini bu yolla üzmüş olabilir miyim? Mütevazı olmak yetmez, tevazuu riyasız uygulamam ve göstermem de gerekir. O halde benim de Osman Nevres Efendi gibi derd-i kibirden ayılmam, mest ve mahmur olmasam da kendimi kontrol etmem gerekir. Ve kibirden tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum... Yüce Rabb'imin nefsime zerre kadar bile kibir nasip etmemesi için yalvarıyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta kibre tövbeli durmam gerekiyor. Başarmaya azmediyorum... 

Bu karardan sonra beyti yeniden okuyorum. İçim rahatlasın diye. Ama heyhât!.. Osman Nevres'in ikinci dizesi birincisinden daha dehşetli bir kural getirmiş: Merhamet göstermeyen kişi Allah'a yakın(lık) kesbetmez. Buradaki yakîn kelimesi "yakın olmak" yanında, "hissi yakınlık, gerçekle perdesiz yüz yüze ve iç içe olmak, bir şeyin hakikatine ermek" gibi anlamlara da gelir. Bilginin üç derecesi de yakîn ile ölçülür: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn... 

Bir insanın Allah'tan uzak olmasından daha tehlikelisi, Allah'a yakîn olamamasıdır. Eğer bu yakîn haline erme vetiresinde merhamet bir giriş kapısı ise bu kapıdan geçebilmek hepimiz için büyük bir imtihan ve nimet sayılmaz mı? Efendimiz "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" buyurduktan sonra "Allah Teâlâ yeri ve gökleri yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yerle gök arasını dolduracak kadardır. Bu yüz rahmetten yeryüzüne bir tek rahmet indirdi ki bu sayede anne yavrusuna, yabani hayvanlar ve kuşlar da birbirlerine merhamet ederler. Kıyamette ise O, bu rahmetin tamamı ile kullarına merhamet eder. (Müslim, Tevbe, 21)" müjdesini vermişken rahmeti bunca bol olan Rabbim'den uzakta durmak ne mümkündür. O öyle merhametlidir ki rahmetinden uzakta olanlar, istedikleri vakit elbette yakınlaşabilirler. Yeter ki nasip kapısı kapanmış olmasın ve kişi yakınında olamayan, yakınına varamayan, yakînine eremeyenlerden olmasın. O halde insanın kendine yönelmesini sağlayacak soru burada ortaya çıkıyor. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gereken soru: Sen merhametli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru... 

Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve bu sefer cevabım beni sevindiriyor. Yüreğimi yeniden yokluyorum... Evet Allah benim hamurumu merhametten yaratmış. Ve nefsim bundan da hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim rahat. Ama yine de acaba ben bilmeden birilerine karşı merhametsizlik etmiş olabilir miyim, sorusu aklıma takılıyor. Merhametli olmak yetmez, diyorum rahmeti riyasız yaşamak ve yaşatmak da gerekir. Bunun için merhametsizliğimi kontrol etmem lazımdır. Merhametsizlikten tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta merhametsizliğe tövbeli olmam gerekiyor. Yine başarmaya azmediyorum...


İskender Pala

30 Ekim 2012 Salı


İstanbul!.. 
yeniden görüşene dek; selametle....
(sonbaharda ayrı bir güzeldin...)

29 Eylül 2012 Cumartesi

yürek anahtar ve sürgün

a.
baktıkça göremezsin bazen deliliğini
kayan yıldız değildir ayak sesinde zaman
sözler iliştirilmemiş kelimelere
öyle papatya kokusu ellerine sarılan
/ öyle suskun bir âvâz  1
okudukça kanatır güzelliğini

rıhtımda kalan mavi aşktan aşikâr. esrar
yıkıyor ecel parmaklarını
sorma neden gömülüdür.  o sevinç
/ insanlık romanında kayıp kahraman

b.
aşk hüzne bırakılmış mirastır
çocukluğumuzdan geçerek dokunur bize

getirse bir avuç bulut çocuklar
saklı kalmaz üzüntü göz bebeğinde
yanmazdım saçlarında bir al toka olsaydım  2
kalbine değince aynda/da sesin

c.
yürekte yalnız kalmış gülümsemedir
/ incitilen yüzde ağaran duygu  3
geçse bir göz bulamazsın kapıda yıllar
kafesinde aşkın lafı mı olur sevda bir şey değil / hiçbir şey bir şey değil

yerinde kalır mı rehin tutulan resim
yas girmiştir kalbine sevgililerin 
ne hayaldir ne umut
buluşturmaz meşakkat
hücresine çekilen yüreğin sürgünüdür

---------------------------------------
1
nerden bilecekti tabutum kalbimin sandalını
susmayı öğrenseydim feryat ederken kalem
sanki koptu kopacak parmağımdan. tırnağım
dudağımdan öptü öpecek. cinnet
avazı çıktığınca susacak

2
saçların dedi şair
rüzgarım/da dansa kalkan başaklar gibi
ayrılık gibi paslı dudak izimde
sarılıp bronz tülüne bakışların
ölecek bakıp bakıp dikenlerine

3
kaç kere dağlarda kayboldu âşık
eritirken kahrından geceyi o mum
anahtarın arkasına sığınıyor kapılar


Mehmet Şamil
http://www.mehmetsamil.com/

yarına gün saydığım..

ölümlerden ölüm beğen dediler
ölümlerden aşk beğendim
yarına gün saydığım

bilesin
deniz yutmuş gözlerim senden yanadır
ağlama sakın
yaşamak sandalında bitmeden bu gezintim
hep beni yaz geceleri
çıkmaz sokağımda gezin ey
yarına gün saydığım
sevdiğim

saatler seni sen geçtiğinde
bu esrik geceden sabaha çıkar mıyım
sana varsınlar diye
denize salar mıyım umutlarımı

saçlarıma düşen yalnızlık kadar
söyle hangi sızıdır kapılarımı çalan
gözlerimde yaşanmamış mevsimler
dilimde tatlı bir terennümün var
hep yarım kalan

zaman yarı gece olmazsa eğer
ayışığı şarkısı söyleyemem hiç
sesinle ayrı düşer sözlerim
kelebeğim
can çekiştim kollarında hasretin
yüreğim
yarına gün sayarken bulunmuş

bir cenk meydanı zihnim
savaşından hep yaralı çıkmışım
odam zindan sahnesi
kör bir aydınlığa hapsedildiğim
ışıklara küs
benle tanıdık

yorgun dönüyorum 
akşamların seni gizlemesinden
hüznüm gözyaşını saklıyor gözlerimin
yetişmezse soluğum adımlarına
yaşadığım her cümlemi kucağına al
özleminle büyüttüğüm aşkıma
sahip çık ey
yarına gün saydığım



Mehmet Şamil
http://www.mehmetsamil.com/


6 Ağustos 2012 Pazartesi

" Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgar gibi uçar gider...

Kendine güvenen ve ebedi zanneden mağrur insan, zevale mahkumdur. Süreatle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır... "

(sözler)